27 Mart 2012 Salı

ÖZGÜRLÜK ADINA




       Özgürlük bir çok devletin, te
şkilatın, ideolojinin, düşünürlerin, toplum mühendislerinin vaaz ettiği bir kavram. Dünya üzerinde bu kavram an itibariyle insanların hayatlarının merkezine yerleştirilmiş- yerleştirilmiş diyorum çünkü bunu bizler istemedik- durumda. O yüzdendir ki özgürlük adına savaşlar yapılmaktadır.(!) İşte bu yüzden kendi kalemimden geldiğince bu özgürlük(yalanını) kavramının altında ki gerçekleri sizlerle anlatacağım. Niyetim bu Allah Azze ve Celle yardım etsin...


        Gelin özgürlük kavramının ortaya atıldığı Avrupa toplumunu ele alalım. Bu insanlar klise ve krallığa savaş açtılar ve adına özgürlük savaşı dediler. Burada bu konuyla ilgili bir çalışmayı aynen aktarıyorum.             

        Çağdaş tarihte batılı düşünürlerin bir çoğu-ki onların teorileri, Avrupa kalkınma çağı düşüncel  erinin kısmi olarak devamı niteliğindedir- problematiğin, insanoğlunun kullanacağı özgürlük noktasında odaklandığını düşündüler. Onlara göre insan özgür olduğu oranda üretebilir, yeni fırsatlar açabilir ve buda kesinlikle onun gelişme ve kalkınmasını sağlayacaktır. Tersine bir durum yani, insanın kayıt altına alınması, bir şekilde boyun eğmesi onu kısır döngü içerisine alacak,yeteneklerini törpüleyecek ve üretken olmasını engelleyecek, böylece insan kesin olarak ger, kalacak, çöküşe sürüklenecektir. 

       Bu noktada; yani insan ile hareket ve aksiyon özgürlüğü arasında yer alan unsuru, algılanabilir olmayan ruhani hayat şeklinde tanımlanan gaybi mitolojilere olan baglılığı gördüler. Onlara göre toplumun bilincine dini düşünme; hayatı, devleti ve toplumuna ruhsal refleks egemen oldugunda o toplum algılanablir/rasyonal vakıa ile ilişiği kesilir. Maddenin, evren ve hayatın ardına kilitlenir, kendisinin hareket, üretme ve yeteneklerini ortaya koyup fırsatlar açmasının önende duran mitoloji ve dini mefhumlar/kavramlara esir olur. Böylece bu durum, onu, hayatın vakıası/reel yönünü önemsememe ve dolayısıyla geri kalmaya iter. 

      Söz konusu teorilerine tanık olarak Avrupa tarihini gösterdiler. Şöyle ki: Ortaçağ ruhaniyet ve dinsel dönemlerdi. Mütedeyyin bir Avrupalı kalkınma ve din arasında değişik bir ifade ile madde ve ruh arasında bir çatışma gördüğünde geri kalmaya paralel dini tutuculuğu küfür, sapıklık bir yaşama paralel kalkınmaya tercih ediyordu. 

      Ancak bu bakış açısı insanın ruh ve maddeden müteşekkil olduğu şeklinde ki felsefeye dayanıyordu. Yani insanda bir ruhsal yön bir de maddi yön var. İnsanın oluşumundaki bu iki kutup birbirlerine zıtlık göstermektedirler. Nitekim onlardan biri ancak diğeri hesabına (diğerini ihmal ederek) doyumsanabilir. Şayet insan, arınmak ve melekler sıfatına katılmak istiyorsa, ruhunu bedenine galip getirmesi gerekiyor. Bunu da dünya nimet ve işlerinden soyutlanmanın kendisini ibadet ve bedene eziyete yoğunlaştırması metafizik ile ilgilenmesi ve ruhaniyete sığınma ile başarabilir. Ancak insan dünya nimetlerini ister, onun imar ve güzelliğine kapılır ise bu durumda bedenini ruhuna galip getirmiş ve ruhtan, ruhani hayattan ardından da nefsi arınmadan melekler konumuna yükselmekten uzaklaşmaya karar vermiştir. Böylece gaybi hayatı boş vermiş ve ahiret hayatı hüsrana uğramıştır. 

      Weel Dourat ortaçağda mütedeyyinlerdeki refleksi şu şekilde vasıflandırıyor. “Hıristiyanların çoğu tüm dikkatlerini kirlerden arınmış bir şekilde o korkunç hesap gününü karşılamaya yönelik çaba göstermeye kilitlemişler idi. Bundan ötürü duyusal zevklerden herhangi birisini şeytanın tuzaklarından bir tuzak olarak görüyorlardı. Bu itibarla bedeni dünyalarını sindirmeye yöneliyor, oruç ve bedeni bir çok işkence çeşitleri ile şehvetleri bastırmaya yönelik çaba sarfediyorlardı. Dolayısıyla müzik, beyaz ekmek, yabancı şarap, sıcak hamam ve sakal kesmeyi endişe ile karşılıyorlardı. Bu tür davranışları açık olarak Allah (cc)’ın iradesine karşı çıkma olarak yorumluyorlardı.” *


    Bu yüzden, kendisini diğer yaratıklardan farklılaştıran ve insan, hayat ve evrenin gerçeklerini tanımasını sağlayan akıl; din adamları tarafından din ve inanç karşıtı olduğu şeklinde birçok çeşit aşağılanma ve dışlanmaya maruz kalmıştır. Genel olarak Avrupalılar Dourant’ın ifade ettiği gibi “Din adamlarının endişelerini gideren yanıtlarına inanma ihtiyacı hissediyorlardı. Şayet kilise kimi zaman doğru kimi zaman yanlış yapabileceğini itiraf etmiş olsaydı, ona olan güvenlerini kaybederlerdi. Böylece Ortaçağ vakitlerin ve koşulların çoğunda akıl inanca teslim olmuştu. Bugünün insanı bilim ve devlete nasıl güveniyor ise Ortaçağ insanı da tüm güvenini kilise ve tanrıya bağlamıştı.” *


      İşte Avrupa toplumlarının aklın etkisi altında kaldıklarını fark ettikten sonra tüm çabasını Ortaçağ ruhunun yeniden kazanılmasına yoğunlaştırmış ve protestan mezhebini kuran dini reformculuğun önderi Martin Luther şiddetle akla saldırıyor ve insanları onu ayakları altına almaya çağırıyor. “Sen İncil ve aklı birlikte kabul edemezsin. Biri diğerine yol vermelidir. Allah’ın bize sunduğu Hıristiyanlık inancımızın ayetleri makul olana terstir. Kuşkusuz akıl inancın en büyük düşmanıdır... O, cüzzam ve uyum gibi atılması gereken şeytanın en iğrenç işlerindendir. O ve hikmeti ayaklar altına alınmalı ve tamamen ortadan kaldırılmalıdır.” *


     Çağdaş ve yeni tarihte batılı düşünürler dini bu şekilde algılayınca -yani Ortaçağ Avrupasında yaygın şekli ile- Ortaçağda toplumun geri kalmasında temel etkenin devlet, toplum ve hayat üzerindeki dinin egemenliği olduğu görüşüne sahip oldular. Bunun en önemli tanığı, Avrupalıların Kral’a tanınan Tanrı adına var olma düşüncesinin etkisi ile boyun büktükleri, jakoben uygulamaları ve zulümleri ile tanınan feodal sistemdir. Dourant diyor ki: “Kral Tanrıya bağlıydı, Tanrı adına yönetiyordu. Bir anlamda Tanrı ona yönetme yetkisi vermişti.” *


    Böylece Avrupalı düşünler -sanki bütün tarih onların tarihi imiş gibi- Avrupa tarihini ele alıyor, kendilerince dine karşı tutumlarında deliller aramaya devam ediyor ve onların ifadesi ile 15. yüzyılla başlayan yeni çağa kadar ulaşıyor. Söz konusu yüzyıllarda kalkınma hamleleri ile topluma, tamamen kendi kimliğini yansıtmaya yönelik baskı kuran kilise ve bu baskıya karşı cephe alan devrimci ve reformcular arasında bir ilişki kuruyorlar. Bu noktada ilk reaksiyon; yani Avrupa kralları üzerindeki papanın etkinliğinin kaldırılması talebini seslendiren her ne kadar aklın ve bilginin aşağılanması ile bastırılmaya çalışılsa da bu hareket Avrupa kralları ve emirlikleri üzerindeki kilise egemenliğini ve çemberini kırmaya yetti. Hareket özellikle papa ve kilisenin Avrupa kralları üzerindeki nüfuzunun kaldırılmasını hedefliyordu. Protestan reformcuların ileri gelenlerinden birinin gündeme getirdiği ve kuvvetle savunduğu fikir şu idi: “Kilise şeklinde tanımlanan ruhi otoritenin, kutsal kitaplarda ve Mesih’in talimatlarında olduğu temelsiz bir iddiadır.” *


     Bunun yanında gerek dinin kökten inkarı düşüncesinde gerek ise dinin devlet, toplum ve hayattan ayrılması ve onun kilise ve eve hapsedilmesi talebinde bulunan ve kilisenin egemenliği ve mitolojilerine karşı tutum alan filozoflar ortaya çıktı. Bununla birlikte üretken olması, yeteneklerini ortaya koyabilmesi ve kendini tanımlayacak davranışlarda bulunabilmesi için insanın özgür kılınması gerektiğini, herhangi bir toplumda kalkınmayı gerçekleştiren unsurun da bu olduğunu söylüyorlardı.


    İşte meşhur İtalyan düşünür Macyewelli (ö. 1527); Hıristiyanlığın -en iyi dönemlerinde- karışık faziletleri öğütlediğine inanıyordu. Ona göre bu öğütler; bedenin yok sayılması, aşağılanması, boyun eğdirilmesi ve lokmanın küçük bir parçasının sunulması daha sonra da insanın hedefini, ölüm sonrasındaki mutluluk, rahatlıkla sınırlandırmak idi. Macyewelli’nin fazilet/erdemlilik düşüncesi Hıristiyan temsilcilerinkinin tersi idi. O insanın mutluluğunu ve iyi yaşamı yeryüzü merkezli buluyor, bunun da nefsin aşağılanması değil bilakis onurlandırılması ve büyüklenmesi ile gerçekleşeceğine inanıyordu. Çağdaşları ile karşılaştırıldığında o, din ve dünyanın karıştırılması kabul edilemezdi. 16. yüzyılda İtalya’da kiliseden dönemi açan bir diyanet olarak ayrıldıktan sonra cumhuriyet modelini, eski romanın ruhu üzerinde yeni ve asıl görevi duyguları canlı ve vatani üstünlükleri sunacak “zamane diyanet” kurumları oluşturmayı hedef ediniyordu. * 16. yüzyılda benzer şekillerde Fransız yazarlarının tümü Ortaçağ kültürüne karşı çıkmışlardır.


   Daha sonra 17. yüzyılda Avrupalı filozof ve yazarlarda insan ve evrenin tabiatının akılla aydınlatılabileceği düşüncesi filiz verdi. Aynı zamanda Mukaddes kitaplar yorumlanması ve dinlerin mukayese edilmesine gösterilen ilgi resmi din anlayışının etkisini zayıflattı. Bu bilim dönemi mucize ve ilahi vahyi inkara götürdü. Kişinin inancını başka birine ve topluma dayatmasının makul olmadığı düşüncesi aydınlanmacı -dine karşı cephe alan filozoflar- düşünürlerin düşüncelerindeki özelliklerinden biri idi. Çabaları dinleri ortak bir noktada bütünleştirmeye dönüştü. O da; varlığın kaynağı olması bakımından Tanrıya ve Tanrının dünyayı yarattığı, onun gidişatı ve işini terk ettiğine inanç idi.


      18. yüzyılda aydınlanmacı filozoflar, dinin devlet, toplum ve hayattan ayrılması/laisizim düşüncesini kökleştirmek üzere yoğunlaştılar. İşte Montusco (ö. 1755) ataist olmasa da kilise ve din adamlarına kin kusuyordu. *


      Aynı şekilde tarihi eserlerinde İncil ve Hıristiyanlığa yaklaşımı eleştiren ve insanlık tarihi noktasında genel hatlar çizen Folter (ö. 1778). Onun felsefe tarihi; toplumların Tanrı iradesinden bağımsızlaştıkça göreceli olarak geliştirme ve ilerleme kazandığı esasına dayanıyor. Kendi tanımlaması ile dini ütopyalar ve mitolojilere karşı mücadele vermiştir. Gelişme önünde duran en çetin engel olarak hedef seçtiği başlıca unsur katolik kilisesi ve Hıristiyanlıktı. *


    Ve yine Fransız ihtilalinin bel kemiği ve ihtilalden sonra da Fransız toplumun İncili pozisyonunu kazanan “Toplum Sözleşmesi” kitabının yazarı Janjac Rausse, Tanrıya inanmaya ama vahyi inkara daha sonra da dinin hayattan ayrılmasına çağırıyordu. Ona göre, yasaları koyanlar ve daha sonra idare eden kral ve yöneticiler yasaları, toplumu karşı çıkmaktan alıkoysun ve bağlayıcı nitelik kazansın diye Tanrıya dayandırıyorlardı. O şöyle ifade ediyor: “Yasamayı yapan güç kullanma imkanı bulmayınca kendisine bu imkanı sağlayacak başka bir otoriteye yönelmesi gerekiyordu. İşte bütün zamanlarda toplumun boyun eğmesi için yöneticiler Tanrıya ve göğün fonksiyonlarına sığınmışlardır.” *


    Son olarak 1789 Fransız ihtilali gerçekleşti ve kiliseyi devlet, toplum ve hayattan nihai olarak uzaklaştırdı. Dourant diyor ki: “Daha önceki ihtilaller ya devlet ya kiliseye karşı yapılıyordu. Her ikisine birden karşı tutum almak çok nadir görülmüştür.... Fransız ihtilali ise, Krallara ve kiliseye beraber karşı konum almıştır.” *


       Bu şekilde batılı çağdaş şünür ve tarihçiler söz konusu koşulları canlı delil olarak kabul ediyorlar. Nitekim genel olarak toplumun hayatında dinin ve üzerindeki kilisenin nüfuzunun kırıldığı oranda Avrupa’da büyük kalkınmanın yavaş yavaş sağlandığı inancını taşımaktadırlar. Onların teorilerini doğrulayan Fransız ihtilali nihayet gerçekleşti, kilisenin egemenliği ortadan kaldırıldı ve Tanrı adına yönetim düşüncesi yıkıldı ve ardından toplum genel özgürlüklere kavuşturuldu. Böylece Avrupa kalkınma kulvarında hazırlıklarını tamamlamış oldu ve batılıların bugüne kadar da övündükleri meyveleri vermeye başladı.


       İşte avrupanın özgürlük mücadelesi. Aydın bir bakış açısı ile olaya bakıldığında ortaya şu çıkar. Avrupa toplumu bu savaşın ardından hayat hakkında kendisinde sabit olan fikirleri değiştirdi ve yerine yeni fikirler yerleştirdi. Bu fikirler onun maddi alanda kalkınmasına ön ayak oldu. Bu çok muhtemeldi çünkü eski fikirleri bunun için elverişli değildi. Burada bahsetmeden geçmek istemediğim bir konu var. Onların kalkınmalarında ki temel sebep din yada krallık değil, din ve krallığın hayat hakkında ki fikirleridir. Avrupa aslında bu fikirleri değiştirerek maddi kalkınmaya doğru bir adım attı. Fakat gerçekte kalkınmasının asıl nedeni hırsızlıktır. Avrupa sömürgecilikle kalkınmıştır. Yoksa sanıldığı gibi rejim değişiklikleri ile değil.
        Avrupalı flozoflar insan hakkında da yanılgıya düştüler. Onlar insanı madde ve ruh olarak tanımladılar. Bu hatalı bir tanımdır. İnsan madde ve ruhtan oluşmamaktadır. İnsan üzerinde derin bir bakış ile inceleme yapan biri görür ki  ''İnsan; iç güdüleri ve uzvi ihtiyaçları olan akletme yetisine sahip sosyal bir varlıktır.'' şeklinde tarif etmek en doğrusu olacaktır. Bu noktada insan hakkında en doğru ve bir o kadar da değerli bir çalışmayı hiç bir değişiklik yapmadan buraya aktarıyorum. 


 İÇGÜDÜLER
        Batılı düşünürler, “bilimsel metot”u insana uygulamakla ve bu uygulamanın sonucu olarak kişinin gözlemlemiş oldukları davranışlarını birtakım faktörlere dayandırmakla doğru araştırma yolundan saparak hatalı sonuçlar elde etmişlerdir. Oysa “aklî”metodu kullanmış olsalardı, insanın davranışlarıyla paralel olarak kendi hislerini beyne taşıyacak, insan ve onun davranışlarını ön bilgilerle yorumlayacak, “zanni” de olsa ortaya koymuş oldukları sonuçlar dışında daha farklı sonuçlara ulaşmaları mümkün olacaktı. Örneğin; Batılılara göre çok sayıda içgüdü vardır. Her ne kadar başlangıçta içgüdüleri saymaya kalkıştılarsa da sonradan çok sayıda içgüdü olduğu sonucuna vardılar ve mülkiyet içgüdüsü, korku içgüdüsü, cinsel içgüdü, kitle içgüdüsü gibi pek çok içgüdüden bahsettiler. Böyle bir genellemeye gitmeleri,“içgüdü”, yani “temel güç” ile “içgüdünün sergilediği dış görüntü”yü birbirine karıştırmalarından kaynaklanmaktadır. Oysa“temel güç” veya “içgüdü”, insanın yapısal bir parçası olup insanı bu parçadan soyutlamak, onu etkisiz hale getirmek veya bastırmak mümkün değildir. “Temel güç”ün yani “içgüdü”nün sergilediği görüntü ise insanın yapısal bir parçası olmadığından soyutlanması, etkisiz hale getirilmesi veya bastırılması mümkündür. Örneğin; bencillik ile fedakârlık, “Beka içgüdüsü”nün iki farklı görüntüsü olmakla beraber bencilliğin fedakârlıkla tedavisi, hatta yok edilmesi, veya bastırılması mümkündür. Aynı şekilde kadına karşı cinsel eğilim de, anneye şefkat eğilimi de“Nevi içgüdü”nün iki ayrı görüntüsüdür. Yok edilmesi, tedavisi veya bastırılması mümkün değildir. Ancak söz konusu içgüdünün sergilediği dış görüntüyü tedavi etmek, bastırmak, hatta bertaraf etmek mümkündür. Yine kadına karşı duyulan cinsel eğilim, anneye, kız kardeşe, kıza vs. duyulan eğilim de “nevi içgüdüsü”nün birer görüntüleridir. Zira kadına karşı duyulan cinsel eğilimi anne şefkatiyle ödünlemek mümkündür. Nasıl ki bencillik fedakârlıkla ödünlenebiliyorsa, aynı şekilde kadına karşı duyulan cinsel eğilimi anneye duyulan şefkat eğilimiyle ödünlenebilir. Hatta annelerine duydukları aşırı sevgiyi eşine olan meyline tercih eden, dahası evlenemeyen, cinsel arzudan uzaklaşan bir çok insan vardır. Bunun aksine aşırı cinsel eğiliminden dolayı anne şefkatinden uzaklaşan bir çok kişi de mevcuttur. Kısaca “nevi içgüdüsü”nün herhangi bir görüntüsü başka bir görüntünün kılığına girebilir. Herhangi bir görüntüyü başka bir görüntüyle ödünlemek, bastırmak veya yok etmek mümkündür. Ancak“içgüdü” için durum farklıdır. Çünkü “içgüdü”, insanın yapısal özelliğinin bir parçasıdır.
Bu bağlamda psikologlar, içgüdüleri tanımlamada, anlamlandırmada, sayılarını belirlemede ve sonunda içgüdülerin sayısız olduğuna karar verme hususunda yanılmışlardır. Gerçekte ise, sadece üç tür içgüdü vardır:

1- Beka içgüdüsü

2- Nevi içgüdüsü

3- Tedeyyün/İnanma ve kutsama içgüdüsü

“Beka içgüdüsü”nün gereği olarak insan, yaşamına devamlılık sağlamak için mülk edinir, korkar, kaçar, topluluk halinde yaşar. Ancak korku, mülkiyet, cesaret veya kitlesel yaşam birer içgüdü değildirler. Bunlar, yalnızca “Beka içgüdüsü” nün birer görüntüleridir.

Aynı şekilde kadına karşı duyulan şehvet veya şefkat eğilimleri, boğulanın imdadına koşma veya çaresiz kişiye kucak açma eğilimleri -ki bu örnekler çoğaltılabilir- birer içgüdü olmayıp “nevi içgüdü”nün yalnızca birer görüntüleridir. Bu eğilimler, cins içgüdüsü de olamazlar, çünkü “cins” kavramı hayvanı da insanı da kapsar. Öte yandan doğal eğilim, insanın insana, hayvanın hayvana duyduğu eğilimdir. Bu açıdan insanın hayvana veya erkeğin erkeğe karşı cinsel eğilim duyması doğal değil, kuraldışı ve anormal bir durumdur. O halde kadına karşı duyulan cinsel eğilim, anneye veya kız çocuğa duyulan şefkat eğilimi, “Nevi içgüdü”nün birer görüntüleri olmalarına karşın; insanın hayvana veya erkeğin erkeğe eğilimi, doğal olmayan anormal bir eğilim olup içgüdü sapmasının göstergesidir. O halde içgüdü, “cins”e değil, “tür”e has bir özelliktir. söz konusu olan, hayvan cinsinin değil insan türünün “Beka içgüdüsü”dür.

Yine Allah'a kulluk, kahraman kişileri yüceltme ve güçlülere karşı saygı gösterme eğilimleri de yalnızca “Tedeyyün/İnanma ve kutsama içgüdüsü”nün birer görüntüleridir. Çünkü insan, doğal bir biçimde “hayatta kalma” ve “ölümsüzlük” duygusuna sahiptir. İnsan, bu duyguya yönelen tehdidin türüne göre korkar veya kendisini tehdit eden unsurun üzerine gider, cimri veya cömert olur, bireysel veya toplum içinde hareket eder. Gördüğü nesnenin niteliğine göre onda bir duygu oluşur ki bu duygu kendisini bir eylemde bulunmaya iten “Beka” arzusundan doğan bir duygudur. Aynı şekilde insan, insan türünün “hayatta kalma” şuuruna, da sahiptir. Çünkü insan türünün yok olması, onun varlığını tehdit eder. Kendi türünün varlığına yönelen her tehdide karşı doğal bir tepki gösterir ve tepkisi tehdidin türüne göre değişir. Örneğin, güzel bir kadın insanda şehveti, anneyi görmek anne sevgisini, çocuğu görmek ise çocuk sevgisini uyandırır. Harekete geçen bu duygular, söz konusu duygularla uyumlu ya da onlarla çelişkili birtakım refleksler, eylemler doğururlar. Fakat insan, kendisinin veya insan türünün “ölümsüzlük” şuurunu tatmin etmekten aciz kalması durumunda ise kendisinde boyun eğme veya teslim olma gibi tam tersi eylemler ortaya çıkar ki böyle bir durumda kişi teslimiyete müstahak olduğunu düşünür. Doğal bir biçimde böyle bir acziyeti hissetmesi sonucu, Allah'a yalvarır, dua eder, lideri alkışlar veya güçlüye saygı gösterisinde bulunur. Buradaki içgüdülerin temelinde insanın, kendisinin veya türünün varlığını veya kendisinde doğal olarak beliren acziyet duygusu yatmaktadır. Bu duygulardan ise birtakım işler ortaya çıkar. Bunlar duyguların birer görüntüsü olup her bir görüntü, kaynağını yukarıda söz ettiğimiz üç temel içgüdüden almaktadır. Bu da demektir ki içgüdüler sadece üç tanedir.

İnsanda “dinamik bir enerji, canlı bir potansiyel” vardır. Bu“dinamik enerji”, bünyesinde insanı tatmin olmaya sürükleyen ve doğal olarak var olan hisler taşımaktadır. Bu dürtüler, duygular veya hislerden maydana gelmektedir. Ve bunlar tatmin olmayı gerektirmektedir. Bu hislerin veya duyguların bir kısmı mutlaka tatmin olmak zorundadır. Aksi takdirde “dinamik enerji”nin varlığı tehdit edileceğinden insan ölür. Bir kısmı ise, tatmin olmak zorunda olmakla birlikte mutlaka tatmin olması gerekmeyen hisler veya duygulardır. Bunlar doyurulmadığı takdirde insan ölmez, fakat huzursuz olur. Çünkü bu durumda “dinamik enerji”nin varlığı değil, bu enerjinin duyduğu ihtiyaçlar tehdit altındadır. Bu açından insandaki “dinamik enerji”yi iki gruba ayırmak gerekir:

a) Mutlaka tatmin edilmesi gereken ve “organik ihtiyaçlar” diye adlandırılan açlık, susuzluk, dışkıların dışarı atılması gibi ihtiyaçlar.

Tatmin edilmesi gereken fakat mutlaka tatmin edilmesi zorunlu olmayan ve “içgüdüler” -ki bunlar “Beka içgüdüsü”, “Nevi içgüdü”, “Tedeyyün/İnanma ve kutsama içgüdüsü” olmak üzere üç tanedir- olarak isimlendirdiğimiz ihtiyaçlar.

(Aydın düşünce ilgili kısım)


        İnsanı ele aldığımızda böyle bir sonuç karşımıza çıkmaktadır. Yani insan davranışlarını yönlendiren, mutlak surette bir şeye ihtiyaç duyar. Buna fikir diye bilirsiniz,duygu diyebilirsiniz daha da çoğalta bilirsiniz. Tüm bunların sonucunda görürsünüz ki insan mutlaka yönlendirilen -buraya dikkat edin- bir varlıktır. O yüzden diyorum ki insan özgür değildir, olamazda. Günümüz dünyasında kendini süper güç gelişmiş devlet olarak tanımlayanlar özgürlük vaad ediyor ve onlara göre özgür olmayan hakları özgürlüklerine kavuşturacaklarını ileri sürüyorlar. Bunun için özgür olmadıklarına-ama  yer üstü ve yer altı kaynakları olan-  inandıkları  beldelere savaş açıyorlar, dikkat edin Özgürlük adına(!)


        Biraz da insanın  fikirleri nasıl edindiğinden bahsedelim.Hayatınıza bakın, yaşantınızı inceleyin görürsünüz ki yaptığınız her davranışın altında yatan bir sebep, bir yönlendirici unsur vardır. İnsan hayatına bu yönlendirici unsurlar eşliğinde devam eder. Konuşurken, yerken, içerken, ilişkiler kurarken ve aklınıza gelecek her şey için bu böyledir. İnsan bunun dışına çıkamaz. İnsana bakan şunu görür ki o hayatına devam etmek için çevresiyle etkileşim halindedir. Bir yerde etkileşim var ise orada alış veriş vardır. İnsan etkilenen bir varlıktır. Yönlendirilmeye ihtiyaç duyar. Bir insan başına bir şey geldiğinde en güvendiği varlığa koşar yardım ister. Yani anlayacağınız insan özgür değildi, hiç bir zamanda olamayacak. Çünkü insan varlık yapısı(fıtratı) itibari ile özgür değil, tam aksine köledir. Bunu en iyi özgürlüğün tarifine bakarak anlaya biliriz.  En genel haliyle, özgürlük, bağlı ve bağımlı olmama, dış etkilerden bağımsız olma, engellenmemiş ve zorlanmamış olma halini dile getirmektir.(vikipedi) Yani davranışlarınızı, dışa vurumlarınızı her hangi bir olgu, en genel itibari ile fikre bağlı kalmadan gerçekleştirme hali. Görüldüğü gibi bu insan tabiyatı ile çelişen bir durumdur.


       İşte insanlığın içinde bulunduğu vaka bundan ibarettir. İnsan köle olmak zorundadır. Çünkü onu yaratan sadece bunu için yaratmıştır.'' ben insanları ve cinleri sadece bana ibadet(kulluk,kölelik,...) etsinler diye yarattım.''(zariyat 56) Evet insan kulluk için yaratılmıştır ve öyledir de. Kim ben özgürüm derse, ya kendini tanımıyordur yada özgürlüğün anlamını bilmiyordur. İnsanın belki de tam bir özgürlük olmasa da özgür olduğu bir yer var ki o da kime köle olacağı noktada ki seçimidir. İnsan burada kısmen özgürdür. Diğer tüm şartlarda ise tamamen köledir.İki durum vardır, ya Allah'a kölesin yada Allah'tan başkasına. Allah'a köle olamak demek onun yap dediğini yapıp yapma dediğini yapmamaktır en kısa tabiri ile. Eğer siz Allah'a köle değilseniz ne yazık ki ya kendinize yada şeytana köle olmuşsunuz demektir.'' Ey adem oğulları ben size şeytana kulluk etmeyin çünkü o sizin için apaçık bir düşmandır. Bana kulluk edin. İşte bu dosdoğru yoldur diye emretmedim mi?'' (yasin 61)''Nefsini ilah edineni gördün mü? Şimdi sen mi ona vekil olacaksın?''(furkan 43) ve nice ayetler. Ademoğlunun serüveni işte bundan ibaret. İnsan hayatında kime kul olmuşsa, öldüğünde ona kul olduğu şeye göre davranılacaktır. Ne mutlu Allah'a kul olanlara...


     Sonuç olarak diyorum ki insan özgür değildir. İnsan her yaptığı davranışı sahip olduğu fikir ve duygular nedeni ile yapar. Bu fikirler ve duygular ya Rahmani yada tağutidir. Rahman'a köle olun gerçek mutluluk islamda(teslim olmakta)dır....



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder