7 Nisan 2012 Cumartesi

ROBOT OLMADIĞINIZI KANITLAYIN

        Bulunduğumuz dünyada bizleri diğer canlılardan ayıran en büyük özelliğimiz, akıl denen nimetin bizlere verilmiş olmasıdır. Ama şurası da bir gerçek ki insanoğlunun büyük bir kesimi bu nimetten yararlanmamakta ve onu kendinden soyutlayarak yaşamaya çalışmaktadır. Biliyoruz ki insanı insan yapan onun akletmesi/düşünmesidir. Aklın kısa bir tarifini yapacak olursak hissettiğimiz vakıanın beyne aktarılması ve beynin kendinde bulunan ön bilgilerle bunu yorumlayıp bir hükme varmasıdır.
        Yaşadığımız çağ insanlığın büyük bir hezeyana şahit olduğu bir çağdır. Geçtiğimiz iki yüzyılda insanlık gerçek bir vakşete tanık olmuştur ve şuan da buna şahit olmaktayız. Burada vakıa dakik bir bakış açısı ile derinlemesine incelendiğinde görülür ki bunun altında yatan ana sebep insanın kendi hakkında yanılgıya düşmesi ve kendini yanlış tanımlamasıdır. Ne zaman ki insan kendini doğru tanımlar ve bu doğrultuda hayatını düzenler, işte o zaman insanlık bulunduğu bu durumdan daha huzurlu bir duruma geçebilir.

İnsanın kendini tanıması

        İnsan iç güdüleri olan, uzvi ihtiyaçlara sahip, düşünen ve çevresi ile ilişki kuran bir varlıktır. Bilimsel olarak bakıldığında insanın tarifi bu şekildedir. Gerçekten de insan iç güdüsel olarak karşı cinse ilgi duyar, korunmak için bir barınak edinir, uzvi ihtiyaç olarak uyur, yer, içer diğer canlılar ile alaka kurar ve bunlarla birlikte düşünerek hareket eder. Kendisinde bulunan düşünme nimeti ile bir hayat sürdürdüğünün farkındadır.

       Bir hayat yaşadığının farkında olan insan, hayatını yönlendirme noktasında diğer insanlardan ayrılır. O hayattaki duruşunu kendini yönlendiren fikirlerden meydana getirir. Bu fikirler onun hayat hakkındaki davranışlarının kaynağını oluşturur. Bu fikirler doğrultusunda yaşar ve hayat hakkındaki sorunlarının çözümünü bu fikirler sayesinde gerçekleştirir.

       Yukarıda bahsi geçen insan aklını kiraya vermemiş olan insandır. Günümüz insanına batığımızda, o bunların aksi istikamette bir hayat seyreder. Yaptığı davranışların kaynağını yaşadığı sistemin kendisi oluşturur. O sistemin dışına çıkamaz ve sistemin doğruları ile hareket eder. Televizyon, sinema, tiyatro ve diğer, toplumu hipnotize eden unsurlar ile sistem onları adeta tek bir potada eritir ve kendine köle yapar. Dışarıya çıktığınızda görürsünüz ki insanlar bu sanal dünyayı kendilerine realite edinmişlerdir. Onlar günlerini televizyon dizi kahramanları, futbol takımları, siyasetçilerin tartışmaları ve bunun gibi bir çok yapay gündem ile  meşgul olarak geçirirler. Bu insanlar akıllarını kiraya vermiş insanlardır. Çünkü sistem onları uyuşturmuştur. Biliyoruz ki uyuşan beyin asla işlevini yerine getiremez.

        Sistem geneldi şimdi biraz özele inelim. Evde anne baba sokakta arkadaş okulda öğretmen işte patron camide imam cemaatte hoca örgütte lider orada bu şurada şu herkes bize ne yapmamız gerektiğini söylüyor ve bizde yapıyoruz değil mi? Sorgulamadan anlamak gayreti duymadan burda işler böyle yürüyor der gibi. İşte biz bu yüzden yanılıyoruz ve değişemiyoruz çünkü biz kendimiz değiliz bir robotuz adeta. Yap denileni yapan, yapma denileni yapmayan. İşte insanlığın ne yazık ki günümüzde maruz kaldığı gerçek budur.

       Tüm bu gerçekleri gören insanın yapması gereken ise ilk önce kendini tanımasıdır. İnsan kendini tanırsa, bulunduğu durumu değiştirmesi gerektiğini anlar ve bu doğrultuda harekete geçer. O artık değişim için çaba sarf etmeli, bir an önce kendini değiştirmelidir.

İnsan kendini nasıl tanır?

        İnsan Allah azze ve celle nin yarattığı yaratıklardan bir yaratıktır. Bu kabulle yola çıkan insan kendine şu soruyu sorar '' Allah azze ve celle beni ne için yarattı? ''. Bu sorunun muhattabı elbette ki Allah azze ve celle dir. Allah azze ve celle ise bu soruya şu şekilde cevap verir;

بِسْــــــــــــــــــمِ اﷲِالرَّحْمَنِ اارَّحِيم


وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْإِنسَ إِلَّا لِيَعْبُدُونِ


''Ben insanları ve cinleri bana kulluk etsinler diye yarattım''(zariyat 56).

       İnsanın yaratılış sebebini bu şekilde tanımlar Allah azze ve celle. Bu gerçeğin farkına varan insan kendini tanımış olur. Çünkü o artık yaşam gayesini öğrenmiştir. Vahiy ona kulluk misyonu yüklemiştir ve bu son nefesini verene değin bu şekilde olacaktır. O hayatında bundan sonra yalnızca Allah azze ve celle yi söz sahibi kabul etmesi gerektiğini bilir. Sahip olduğu tüm fikirlerin Allah azze ve celle nin istediği doğrultuda şekil alması gerektiğini bilir ve hasılı hayatını yönlendirenin ancak ve ancak Allah azze ve celle olması gerektiğinin farkına varır.




بِسْــــــــــــــــــمِ اﷲِالرَّحْمَنِ اارَّحِيم


لَهُ مُعَقِّبَاتٌ مِّن بَيْنِ يَدَيْهِ وَمِنْ خَلْفِهِ يَحْفَظُونَهُ مِنْ أَمْرِ اللّهِ إِنَّ اللّهَ لاَ يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتَّى يُغَيِّرُواْ مَا بِأَنْفُسِهِمْ وَإِذَا أَرَادَ اللّهُ بِقَوْمٍ سُوءًا فَلاَ مَرَدَّ لَهُ وَمَا لَهُم مِّن دُونِهِ مِن وَالٍ

     “Bir toplum kendilerindeki özellikleri değiştirinceye kadar Allah onlarda bulunanı değiştirmez. Allah bir topluma kötülük diledi mi, artık onun için geri çevrilme diye bir şey yoktur. Onların Allah’tan başka yardımcıları da yoktur.” (RaD Suresi/11)
     Allah azze ve celle bizden geçmişimizi yada geleceğimizi düşünüp kendimizi kahretmemizi değil anı yaşayıp gelişen olaylara onun bak dediği yerden bakıyor muyuz yoksa bak mıyormuyuz ona bakıyor. Yani aslında geçmişin ve geleceğin sınav açısından bir önemi yok burda. Geçmiş geçti değiştiremezsin gelecek ise meçhul o zaman anı yaşamak kalıyor bizlere.

      Hiç bir şeyi 100 de 110 inanmadan hayatınıza yerleştirmeyin çünkü mayası tutmaz mutsuz olursunuz.  Kendi fikirleriniz bakış açılarınız olsun başkalarının bak dediği yerden bakmayın kendinizin bakmak istediği yerden bakın ve acizliğinizi anlayın ve samimi bir şekilde kendinizi Allah'a teslim edin aksi halde bu işin içinden çıkamazsınız. Kardeşlerim bizim Allah'a ihtiyacımız var bunu unutmayın. Huzurlu bir yaşam istiyorsanız size yol göstermesine izin verin. Yani İlahi rüzgara, akıntıya bırakın kendinizi o sizi doğruya aydınlıklara ulaştırır.


اللّهُ وَلِيُّ الَّذِينَ آمَنُواْ يُخْرِجُهُم مِّنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّوُرِ وَالَّذِينَ كَفَرُواْ أَوْلِيَآؤُهُمُ الطَّاغُوتُ يُخْرِجُونَهُم مِّنَ النُّورِ إِلَى الظُّلُمَاتِ أُوْلَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ(bakara 257)

''Allah, iman edenlerin dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin velileri ise tâğûttur. (O da) onları aydınlıktan karanlıklara (sürükleyip) çıkarır. Onlar cehennemliklerdir. Orada ebedî kalırlar.''

    Son sözüm kardeşler robot olmadığınızı kanıtlayın. Hepiniz Allah azze ve celle'ye emanet olun.



31 Mart 2012 Cumartesi

MÜSLÜMAN GENÇLERDE BURÇ SAPMASI




Burçlar hakkında çok şey söyleniyor yazılıyor. TV’lerde programlar yapılıp gazete köşelerinde ve dergi sayfalarında insanların hayatlarıyla, karakteristik özellikleri ve geleceğiyle alakalı bir takım doğruluk payı olmayan şeyler söyleniyor. Gelin İsterseniz "Burç nedir?’" tanımıyla başlayalım.

“Güneşin bir yılda takip ettiği düşünülen yörüngenin içlerinden geçtiği, belli sembollerle gösterilen on iki takım yıldızdan her biri bir burcu teşkil eder. Gökteki sabit yıldızlar küresinin ve özellikle burçlar kuşağındaki farazî şekillerin milattan önce 3 binli yıllardan beri bilindiği tahmin edilmektedir.”
(Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, 6. Cilt, sh. 422)

On iki burç var ve her bir insanın bu burçlardan birine dahil olduğu öne sürülüyor. İnsanın karakterinin, kişisel özelliklerinin sahip olduğu burcun özelliklerine göre şekillendiği iddia ediliyor. Ve bu burçlarla yani “burç falıyla” gelecekten haber verme iddiasında bulunuluyor.

Neden insan bu gibi şeylere önem verir diye sorduğumuz zaman akla şunlar geliyor:

* Geleceğe dair endişeleri olduğu için gelecekte ne olacağını bilme merakı.

* Gündelik hayatta kendine olan güveni tazeleme, hayata dair güvenini yitirmeme çabası.

* Karşıdaki muhatabının karakteristik özelliklerini önceden bilip, onunla burcunun belirlediği ölçüler içinde iletişime geçmek düşüncesi.

* Çevresindeki insanlardan daha ayrıcalıklı ve üstün olma düşüncesi.

Gibi…

Son günlerde sıkça duyduğum, karşıma sıkça çıkan bir soru:  "Burcunuz nedir acaba?" sorusu. Arkadaşlarıma "Siz de bu soruya muhatap oluyor musunuz?" diye sorduğumda aşağı yukarı onlardan da aynı cevapları aldım. İş ortamlarında, kendi aralarında ve özellikle evlilik görüşmelerinde kızların sıkça sorduğu soruların başında bu geliyor: "Burcunuz nedir?"

Hatta bazı erkeklerin de burçlar üzerine konuşup, muhatabının burcunu öğrenmeyi tabir yerindeyse iş edindiğini görüyoruz. İnsanı değerlendirme ve insan ilişkileri, burçlara, doğum tarihlerine, buradan yola çıkarak yıldızların hareketlerine ve kahve dibine kaldı! Burç falı hayatı etkileyen önemli bir etken halini aldı. Özellikle kızlar, günlük burçları takip ederken yazılanlara inanıp, okudukları burç falının etkisinde kalarak, fal uymasa bile, bir müddet sonra farkında olmayarak hayatlarını ona göre uyarlamaya başlıyorlar. Bu sadece dini hassasiyeti olmayan kızlarda değil, dini hassasiyeti olan kızlarda da oldukça artmış durumda.

Sormadan geçemeyeceğim; geçmişte insanlar burçlarına göre mi eşlerini seçiyorlardı da, bu denli uzun ömrü birlikte geçiriyorlardı, birbirlerine hayatın en zor anında bile sadık kalabiliyorlardı? Tabii ki hayır! Şimdi tanışmalarda, konuşmalarda soruların ilki burçlarla alakalı oluyor. Ve karakteristik özelikler hiçbir dayanağı olmaksızın o derece kriterize ediliyor ki, bundan dolayı uyumsuzluk ve bencillik insanlar arasında arttıkça artıyor. Bu burç sapması, her geçen gün önceki zamana oranla daha fazla etkili olmaya başladı ne yazık ki.

Bir insanı tanımadan onun hakkında fikir yürütmek, nasıl bir kişiliğe ya da karaktere sahip olduğunu Ay ve yıldız hesaplamaları yaparak anlamaya çalışmak, açıkça gaybı taşlamaktır, insana dair mutlak bilinmezi bilme gayreti, gayb konusunda haddini bilmemektir.

İslam, bu tip batıl inanç ve yaklaşımları kesinlikle yasaklamıştır. Ama geleceğe dair birtakım analizler yaparak öngörülerde bulunmak olağan şeydir, hayatta da olması gereken düşünsel bir eylemdir.
Yüce kitabımız Kur’an, gaybı, yüce Allah'tan (c.c.) başka hiçbir kimsenin bilemeyeceğini, Peygamberlerin dahi, kendilerine vahyedilmedikçe gaybdan haber veremeyeceklerini şöyle bildirmektedir:

“De ki: Göklerde ve yerde Allah'tan (c.c.) başka kimse gaybı bilmez.” (en-Neml, 27/65)

“De ki: "Size Allah'ın (c.c) hazineleri benim yanımdadır, demiyorum. Gaybı da bilmiyorum.’’ (el-En'âm, 6/50)

“Gaybın anahtarları O'nun katındadır, onları O'ndan başkası bilmez.” (Enam 59)

"Eğer gaybı bilseydim, daha fazla hayır yapardım" (el-A'râf, 7/188)

Bir de bu noktada güya cinleri kullanmaya çalışan ya da cinlerin kullandığı insanlar da söz konusudur. Bu, yüzyıllardır bazı insanların içerisine düştüğü bir sapmadır, ki geçmişte büyücü ya da gelecekten haber verdiğini iddia eden kehanet sahibi diye anılan kimseler daha çok bu yola başvurmuşlardır.

Yüce kitabımız Kur’an, cinlerin şöyle dediklerini haber verir:
“(Cinler, dediler ki): "Biz göğe dokunduk, onu kuvvetli bekçiler ve alevlerle dolu bulduk."

"Doğrusu biz göğün bazı mevkilerinde dinlemek için otururduk. Fakat şimdi her kim dinleyecek olursa kendini gözetleyen parlak bir alev buluyor."

"Doğrusu biz bilmiyoruz, yeryüzündekilere kötülük mü murat edildi, yoksa Rableri onlara bir hayır mı diledi?" (Cin, 8-10)

Rabbimiz, bu konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

"Gerçekten biz dünya göğünü (o yakın göğü) bir ziynetle, yıldızlarla süsledik. Onu her inatçı şeytandan koruduk. Onlar yüksek (melekler) topluluğunu dinleyemezler. Her taraftan kovulup atılırlar. Uzaklaştırılırlar. Onlara ardı arkası kesilmez bir azab vardır. Ancak kulak hırsızlığı yapanlar olur. Onu da yakıcı bir alev takip eder." (Sâffat, 6-10 )

''Ey iman edenler! İçki, kumar, dikili taşlar (putlar) ve fal okları şeytan işi birer pisliktir. Bunlardan kaçının ki, kurtuluşa eresiniz.’’ (el-Mâide, 5/90)

Ömürlük, yıllık, günlük burç falı, Kur’an’ın da tabiriyle fal okları ve bunları aracı kılarak gaybı bilme çabası bizi şeytani vesveselerin esiri yapar ve bizi gerçekleri görmekten alıkoyar. Muhakkak ki her insanın yapısı kişiliği yada karakteri farklıdır ama bunda, insanın yaşamış olduğu coğrafi şartlardan, iklim özelliklerine, aile yapısı ve eğitim durumuna varıncaya kadar bir çok etken vardır. Bunu ne burçlarla çözebilirsiniz, nede bununla geleceğe dair bilgiler elde edebilirsiniz.

Hayatta bizleri nelerin beklediğini yalnızca Allah (c.c.) bilir. Hayata bakışımızdan yaşam koşullarımıza ve kişiliğimizden, sağlığımıza kadar hiçbir şeyin değişmeyeceğine dair bir garantimiz yoktur. Bundan dolayıdır ki geleceğe dair bir takım hesaplarımızda, yapmak istediğimiz hayırlı işlerimizde, Allah’a (c.c.) dayanıp dua edip tevekkel olmalıyız. Karşılaşacağımız her zorlukta yada kolaylıkta sabretmemiz gerektiğini unutmamalıyız.

Batıl inanışlar bizi hüsrana götürür. Ye'se düşmemek, kaybedenlerden olmamak için atacağımız her adımda Allah’ı (c.c.) anmalıyız ve yalnız O’ndan yardım dileyip yalnız O’na hamdetmeliyiz.

BAYRAM KÜÇÜK

28 Mart 2012 Çarşamba

TAKVA



Korkma, sakınma, Allah korkusuyla
günahtan kaçınmakta, Allah'ın emir ve yasaklarına uymakta titizlik gösterme.
Allah'ın himâyesine girmek, emrini tutup azabından korunma anlamında Kur'anî bir
terim.


Bu şekilde titiz davranan insana,
"muttaki" denir (Rağıb el-İsfahânî, el-Müfredât fi Caribi'l-Kur'an, Mısır, 1961,
s. 530).


Kur'an'da takva üç mertebede ifade
buyurulmuştur:


1- Ebedî olarak Cehennem azabında
kalmamak için, imân edip şirkten korunmak. Bu hususla ilgili bir ayetin meâli
şöyledir: "O zaman inkâr edenler, kalplerine taassubu, câhilliyet taassubunu
yerleştirmişlerdi. Allah da elçisine ve müminlere sükûnet ve güvenini indirdi.
Onları takvâ sözü üzerinde durdurdu. Zâten onlar buna pek lâyık kimselerdi.
Allah her şeyi bilendir" (el-Fetih, 48/26).


2- Büyük günahlardan kaçınmak,
küçük günahları tekrar tekrar işlemekten uzak durmak ve farzları edâ etmek. Bu
husustaki bir ayetin meâli de şöyledir: "O (peygamberlerin gönderildiği)
ülkelerin halkı inansalar ve takva ile hareket edip (Allah'ın azabından)
korunsalardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket (ve bolluk
kapılarını) açardık. Fakat yalanladılar. Biz de kazanmakta oldukları kötülükler
yüzünden onları yakalayıverdik" (el-A'raf, 7/96).


3- Bütün benliği ile Allah'a
dönmek ve insanı Allah'tan alıkoyan her şeyden uzak durmak. Hakiki takva budur
ve Kur'an'da, inanan insanlardan bu takvaya sahip olmaları istenmektedir: "Ey
imân edenler! Allah'tan, O'na yaraşır şekilden korkun ve ancak Müslümanlar
olarak can verin" (Âli İmran, 3/102). Bu ayetin açıklaması mahiyetinde olan
diğer bir ayetin meâli şöyledir: "O halde gücünüzün yettiği kadar Allah'tan
korkun. Dinleyin, itâat edin, kendi iyiliğinize olarak harcayın. Kim nefsinin
cimriliğinden kurtulursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir" (et-Teğabun, 64/16),
(el-Beydâvî, Envaru't-Tenzîl ve Esrânu't-Te'vîl, Mısır, 1955, 1, 6).


Takvanın bu üç mertebesi,
Kur'an'ın diğer bir yerinde bir arada zikredilmiştir:


"İman eden ve iyi isler yapanlara,
hakkıyla sakınıp (takva ile hareket edip) imân ettikleri ve iyi işler
yaptıkları, sonra yine hakkıyla sakınıp (takva ile hareket edip) imân ettikleri,
sonra da hakkıyla sakınıp (takva ile hareket edip) yaptıklarını, ellerinden
geldiğince güzel yaptıkları takdirde, (haram kılınmadan önce) taptıklarından
dolayı günah yoktur. (Önemli olan inandıktan sonra imân ve iyi amelde sebattır).
Allah iyi ve güzel yapanları sever" (el-Maide, 5/93).


Görüldüğü gibi bu ayette imân ve
ameli salih iki kere ve takva üç mertebe olarak zikredilmiştir. İnsanın imân
edip şirkten korunması mahiyetinde olan ilk mertebe kişinin kendi nefsi ve
vicdanı arasında olan bir takvadır. İkincisi, insanın kendisi ile diğer insanlar
arasındaki hususlarla ilgili olan takvadır ve üçüncüsü de, insanın kendisi ile
Allah arasındaki takvası ve imânıdır. Bu ayette takvanın bu üçüncü derecesi,
ihsan olarak zikredilmiştir (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an
Dili, İstanbul 1971, III, 1807). Nitekim Hz. Muhammed (s.a.s) de, İhsan nedir?"
şeklindeki bir soruya, "İhsan, Allah'ı görüyormuş Bibi hareket etmendir. Sen
O'nu görmüyorsan, şüphesiz O seni görmektedir" diyerek cevap vermiştir (Buhâr
İman, 37; Müslim, İman 57; Ebu Dâvud, Sünne, 16; Tirmizî, İmân, 4; İbn Mace,
Mukaddime, 9; Ahmed b. Hanbel, 1, 27, II, 7).


Hz. Muhammed (s.a.s) bir
hadisiyle, burada söz konusu olan takvanın ikinci çeşidini şöyle açıklar:


"Helâl belli. haram da bellidir.
Fakat bu ikisinin arasında şüpheli şeyler vardır. Bu nedenle şüphelerden
korunan, dinini ve ırzını temiz tutmuş olur. Şüphelere düsen, harama da düşer.
Nasıl koruluğun kenarında koyun otlatan çobanın koyunlarının her an koruluğa
girme ihtimali varsa, şüpheli şeylerden korunmayanın harama düşme ihtimali de
öylece vardır. Haberiniz olsun ki, her hükümdarın koruluğu vardır. Allah'ın
korusu da haramlardır" (Buhârı, İmân, 39; Müslim, Müsâkat, 107; Ebu Davud, Büyû',
3; Tirmizî Büyû', 1; Neseî, Büyû', 2; İbn Mâce, Fiten, 14; Ahmed b. Hanbel, IV,
267).


Yüce Allah, Kur'an-ı Kerim'in baş
tarafında, el-Bakara suresinin ilk ayetlerinde, takva sahibi olan muttaki
insanları övmüş ve onların çeşitli vasıflarını belirtmiştir. Buna göre takva
sahibi olan insanlar, hiç tereddüt etmeden hidâyet ve kurtuluş yolu olarak
Kur'an'ı seçerler; gaybe inanır, beş vakitlik namazlarını kılar ve helal yoldan
elde ettikleri mallarını helal yolda, Allah'ın yolunda harcarlar. Bütün mukaddes
kitaplara iman eder, özelikle ahiret inancı ve hazırlığı içinde olurlar. Bu
şekilde hareket eden takva sahipleri, aynı zamanda Allah tarafından övülmüş, hak
yolda bulunan ve felaha kavuşacak olan insanlar olarak haber verilmişlerdir
(el-Bakara, 2/1 -5) .


Kur'an'da takvayı över mahiyette
daha çok ayet vardır. Bunlardan bazılarının meâli şöyledir:


"Kim takva sahibi olur (Allah'tan
korkar)sa, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder ve ona beklemediği yerden rızık
verir. Kim Allah'a güvenirse O kendisine yeter. Şüphesiz Allah emrini yerine
getirendir. Allah her şey için bir ölçü koymuştur" (et-Talak, 65/2,3).


Hz. Muhammed (s.a.s) dualarında
Yüce Allah'tan çeşitli nimetleri talep ederken, takvayı da istemiştir ve bu
şekilde dua etmesiyle, takvanın önemine ifade etmiştir (Muhammed b. Allan es-Sıddîkî,
Delilu'l-Falihin li turuki Riyazi's-Salihin, Mısır 1971, I, 252).


İnsanlar, Hz. Âdem ve Havva'dan
çoğalmaları veya her biri bir anne ve babadan doğmaları itibariyle yaratılışta
eşittirler. Bu açıdan soy ve soplarıyla övünmeleri yersizdir. Çünkü gerçek ve
yegâne üstünlük takva üstünlüğüdür. Kur'an bu takva üstünlüğünü şöyle ifade
eder:


"Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir
erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve
kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve en üstün olanınız,
takva bakımından en üstün olanınız (Allah'tan en çok korkanınız)dır. Şüphesiz
Allah bilendir. her şeyden haberi olandır" (el-Hucurât, 49/13).


Hz. Muhammed (s.a.s) de veda
hutbesinde aynı durumu şöyle izah etmiştir: "Ey insanlar! Rabbiniz birdir.
Babanız birdir. Hepiniz Âdemdensiniz ve Âdem de topraktandır. Allah'ın yanında
en üstün olanınız takvası en fazla olanınızdır. Araplarla Arap olmayanların
birbirine karşı üstünlüğü ancak takva iledir" (Ahmed Zeki Safve, Cemheretu
Hutebi'l-Arab, Mısır 1962, I, 157).


Başka bir hadiste de Resulullah
(s.a.s): "Arabın Arab olmayana hiç bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva
iledir" (Ahmed b. Hanbel, V, 411) diyerek, bu hususu te'yid etmiştir.


Hz. Muhammed (s.a.s)'in takva
hakkında söylediği diğer bazı hadisler de şöyledir:


"Allah'a karşı takva sahibi
olmanızı tavsiye ederim" (Ebu Davûd, Sünen, 5; Tirmiz, İlim, 16; Ahmed b. Hanbel,
II, 325).


"İnsanın Cennete girmesine en çok
sebep olan şey, onun Allah'a karşı duyduğu takvasıdır" (Ahmed b. Hanbel, II,
392, 442).


Ebu Süfyan'ın naklettiğine göre,
Hz. Muhammed (s.a.s) Herakleios'a mektup yazdığı zaman, ona: "Gelin sizinle
aramızda eşit olan bir kelimede birleşelim" ayetini yazmıştı. Mücâhit bu
kelimenin, takva kelimesi olan "Lâ ilâhe İllallah" olduğunu söylemiştir (Buharî,
Eymân, 19).


Ebu Hureyre'nin naklettiğine göre
Resulullah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: Birbirinize hased etmeyin. Kendiniz almak
istemediğiniz halde diğerini zarara sokmak için bir malı medh edip fiyatını
artırma yarışına kalkışmayın. Birbirinize buğz etmeyin. Birbirinize yüz çevirip
arka dönmeyin. Sizden bazınız diğer bazınızın alış verişi üzerine alış verişe
girişmesin. Ey Allah'ın kullan! Birbirinizle kardeşler olunuz. Müslüman
Müslümanın kardeşidir. Müslüman Müslüman'a zulmetmez. Yardıma muhtaç olduğu
zaman da onu yalnız ve yardımcısız bırakmaz. Onu hor ve hakir görmez. Takva işte
budur. "Resulullah (s.a.s) "takva işte budur." sözünü üç defâ tekrarlamış ve her
seferinde de eli ile göğsüne işaret etmiştir (Müslim, Birr, 32; Tirmiz, Birr,
18; Ahmed b. Hanbel, II, 325).


Hz. Muhammed (s.a.s) burada
takvanın çok geniş bir mana ifâde ettiğini ve bunun da kalbe dayanan manevî bir
duygu ile olduğunu ifâde etmiştir.


Hz. Ömer (r.a) de takva için şöyle
buyurmuştur: "Müminin keremi, takvasıdır" (Muvatta, Cihâd, 35).


Takva, Yüce Allah'ın inanan
kulları için işâret buyurduğu bir toplanma ve yardımlaşma noktasıdır. Kur'an'da:
İyilik ve takvada yardımlaşın. Günah ve düşmanlıkta yardımlaşmayın" (el-Mâide,
5/2) diyerek, takvanın İslâm'daki yerini göstermiştir.


Nureddin TURGAY

Levhv el-Hadis; Faydasız, Boş Söz.


Eşyanın, yaratılış gayesinin
dışında kullanılması, onun değerini düşürür. Konuşma yeteneğinin yaratılış
amacı, hakkı söylemek ve muhâtaba merâmı ifade edebilmektir. Sözü yerinde
kullanmak, onu tesirli kılarken, yerli-yersiz sarf edilen söz de, etkiyi
azaltır; anlatılmak istenen manayı daha da karmaşık duruma getirdiği gibi, o
nisbette muhâtabı da sıkar. Cevâmiu'l-kelîm, yani az kelime ile çok mana ifade
etme, sözün vecîz olması, Kur'an ve hadislerin edebî üslûbundan birini teşkil
etmektedir.
Mü'min, dini ve dünyası için
lüzumsuz olan her türlü şeyden uzaklaşmaya çalışır. "Gerçekten mü'minler
kurtuluşa ermiştir; Onlar ki, namazlarında huşû içindedir; Onlar ki, boş ve
yararsız şeylerden yüz çevirirler..." (23/Mü'minûn, 1-3) Dili, gereksiz ve
boş sözlerle meşgul etmek, insan hakkına tecâvüz sayılan gıybet, iftira,
dedikodu, yalan sözler, söyleyenin kalbini kararttığı, günaha sevkettiği gibi;
dinleyeni de yanlış kararlara, hatalara ve felâketlere sürükleyebilir.
Konuşulmaması gereken yerde konuşmak, sırrı ifşâ etmek, birçok tehlikeli
olayların meydana gelmesine sebep olabilir (60/Mümtehine, 1). Allah, râzı olduğu
kullarının vasıflarını sayarken şöyle buyurur: "Rahmân'ın kulları ki,
yeryüzünde mütevâzi olarak yürürler, câhiller kendilerine lâf atarsa ‘selâm'
derler." (25/Furkan, 63) Lüzumsuz söz ve sataşmalardan sakınan mü'minler,
böylece övülürken, bunun aksine boş ve lüzumsuz sözlerle meşgul olanlar için de
şu ikaz yapılmaktadır: "İnsanlardan kimi vardır ki, bilgisizce (insanları)
Allah'ın yolundan saptırmak ve onunla alay etmek için eğlence (türünden boş)
sözleri (lehv el-hadisi) satın alırlar (bâtıl ve boş söze müşteri çıkar, kıymet
verirler). İşte onlara, küçük düşürücü bir azap vardır. Ona âyetlerimiz okunduğu
zaman, sanki onları hiç işitmemiş, sanki kulaklarında ağırlık varmış gibi
büyüklük taslayarak (arkasını) döner. Onu, acı bir azap ile müjdele."
(31/Lokman, 6-7) Bazı masal kitaplarını getirip Mekkelilere okuyarak onları
eğlendiren, dolayısıyla Kur'an'ı dinlemelerine engel olan Nadr bin Hâris ve
benzerleri hakkında nâzil olan bu âyet, boş lafların, hakkı dinlemeye engel
olduğunu veciz bir şekilde ifade etmekte, bu tür meşguliyetleri yasaklamaktadır.
(3)
Lokman sûresi, 6. âyette geçen
"lehv el-hadis", boş söz, eğlence sözü anlamına gelir. "İnsanı, gerekli
olan ibâdetleri yapmaktan alıkoyan asılsız haber, yalan söz ve insanları sadece
güldüren, haktan uzaklaştıran, Allah'ı unutturan her türlü oyun, eğlence, lehv
el-hadis olarak değerlendirilmiştir. İnsanı oyalayan, ciddî işlerden alıkoyan
sözler, asılsız hikâyeler, gevezelikler, efsâneler, sırf güldürmek için edilen
lakırdılar, teğanniler (şarkı-türküler) gibi  eğlendirici ses ve sözlerdir." (İbn
Arabî, Ahkâmu'l Kuir'an, 3/1493; Elmalılı, 7/3883). İbn Abbas (r.a.), lehv
el-hadisi; şarkı, türkü ve benzeri şeylerle tefsir etmiştir. (Buhâri, Edebu'l
Müfred Terc. 2/143; Mecmuâtün Mine't-Tefâsir, 5/56). Mevdûdî, bu âyetin tefsiri
olarak lehv el-hadis kavramını şöyle açıklıyor:
"Lehv el-hadis" deyimi,
metinde, dinleyeni meftun eden, tamamıyla kendi atmosferine çeken ve etrafındaki
başka şeylerden habersiz hale getiren bir şeyi tazammun eder. Lügat anlamı
itibarıyla bu tamlamanın herhangi bir kötü çağrışımı yoktur; fakat günlük
kullanım içinde bu tamlama; dedikodu, saçma sapan konuşma, sulu şaka ve hareket,
romanlar, hikâyeler, masallar, şarkı söyleme, cümbüş... vs. kötü ve faydasız
şeyler için kullanılır.
İlgi çekip oyalayıcı masalları
"satın almak", söz konusu şahısların hakikat yerine bâtılı seçtiği, hidâyetten
yüz çevirip kendisine ne dünyada ne de âhirette bir faydası dokunmayan böyle
şeylerle uğraşması anlamına da gelebilir. Ne ki bu, mecâzî anlamıdır. Asıl
anlamı ise, "kimse sarfettiği mal karşılığında boş ve faydasız bir şey
almamalıdır" şeklindedir. İbn Hişam, İbn İshak'a dayanarak rivâyet eder ki,
Mekke müşrikleri ellerinden geleni yapmalarına rağmen Hz. Peygamber'in mesajının
yayılmasını engelleyemeyince Nadr bin Hâris, Kureyşliler'e şunları söyledi: "Bu
adama karşı çıkma yolunuz sizi bir yere götürmez. O sizin aranızda yaşamakta.
Şimdiye dek ahlâken en iyi olanınızdı; aranızda yaşayan en doğru, en dürüst ve
emin kişi oldu daima. Siz tutmuş, onun bir kâhin, sihirbaz, şâir ve mecnun
olduğunu söylüyorsunuz. Kim inanır buna? Ahali, bir kâhin nasıl konuşur bilmiyor
mu? Bir şâirin, bir mecnunun halini tefrik edemez mi halk? Bu ithamların
hangisini Muhammed (s.a.s.)'e yamayabilirsiniz ki halkın dikkatini ondan
kaçırabilesiniz. Bakın! Ben size onunla nasıl başedeceğinizi göstereyim."
Sonra Mekke'den ayrılıp Irak'a
gitti ve oradan İran kisraları, Rüstem ve İsfendiyar'la ilgili masalları,
hikâyeleri ve ustûreleri (efsaneleri) derlemeyi başarıp halkın dikkatini
Kur'an'dan ayırmak ve onları masallar içinde uyutmak için, masal anlatma
partileri düzenlemeye başladı. (İbn Hişam, c. 1, s. 320-321) Aynı rivâyet Esbâb-ı
Nüzûl adlı kitapta Kelbî ve Mukatil'e dayanarak Vâkıdî tarafından
nakledilmiştir. Ve İbn Abbas'a göre Nadr bu amaçla şarkıcı kızlar da getirmişti.
Bir kimsenin Hz. Rasûl (s.a.s.)'ün etkisi altına girdiğini işittiğinde, şarkıcı
bir kızı şöyle bir tâlimatla ona musallat ederdi: "Onu yedir, içir, şarkınla
öyle ağırla da diğer taraftan kopup seninle hemhal olsun." Bu, kötülük
odaklarının her devirde başvurmakta olduğu aynı araçtı. Kötülüğün bu elebaşıları,
sıradan insanları kültür adı altında eğlence, spor ve müzikle öylesine oyalar
ki, hayatın ciddî problemlerine eğilmek için, hiç zaman ve istekleri kalmaz. Ve
bu boş vermişlik duygusu içinde sürüklenmekte oldukları felâketi hissetmezler
bile.
Mevdûdi, açıklamasına devam
eder: "Lehv el-hadis"in bu şekilde tefsiri, ashab ve tâbiînin birçoğundan
nakledilmiştir. Abdullah bin Mes'ud'a soruldu: "Bu âyetteki lehv el-hadisin
manası ne?" İbn Mes'ud, üç kere tekrarla şöyle cevap verdi: "Vallahi o şarkı
söylemektir." (İbn Cerir, İbn Ebî Şeybe, Hakim, Beyhakî) Benzer rivâyetler
Abdullah, Mücahid, İkrime, Said bin Cübeyr, Hasan Basrî ve Makhül gibi
âlimlerden de nakledilmiştir. İbn Cerir, İbn Ebî Hatim ve Tirmizî, Hz. Ebu
Umâme'ye dayanarak Hz. Rasûl'ün şöyle dediğini rivâyet etmektedir: "Şarkıcı
kızları satmak, satın almak, onların ticaretini yapmak ve onun üstünden para
kazanmak haramdır." Bir başka rivâyette bu son cümle: "Ve onun üstünden
kazanılan parayı yemek haramdır" şeklindedir. Ebû Umâme'den gelen bir diğer
rivâyet ise şöyledir: "Câriyelere müzik öğretmek ve onların ticaretini yapmak
haramdır ve onun üstünden para kazanmak da haramdır." Bu üç hadisin hepsi de
lehv el-hadisin geçtiği âyetin böyle bir bağlam içinde indirildiğini
göstermektedir. Kadı Ebu Bekir İbnu'l Arabî, Ahkâmu'l Kur'an'ında, Abdullah bin
Mübarek ve İmam Mâlik'in Hz. Enes'ten rivâyet ettiği bir hadisi nakleder:
Rasûlullah şöyle dedi: "Her kim, bir mûsikî meclisinde bir şarkıcı kızın
söylediği şarkıyı dinlerse âhiret günü onun kulaklarına erimiş kurşun
dökülecektir."
Bu şahıs (Nadr bin Hâris);
masallarla, şarkılarla, asılsız hikâyelerle halkı cezbedip oyalayarak ilâhî
vahiyleri alaya almak istemektedir. Niyeti Kur'an dâvetini alaya almak, maskara
etmek ve gülünç duruma düşürmektir. Kafasında Allah'ın diniyle savaşmak üzere
bir taktik geliştirmiştir: Hz. Muhammed (s.a.s.) Allah'ın vahiylerini halka
tebliğ etmeye başlar başlamaz, büyüleyici, tatlı sesli bir genç kız, bir müzik
konseriyle marifetini gösterecek, öte yanda tatlı dilli bir hikâyeci İran
hikâyeleri ve masalları anlatacak ki halk Allah, ahlâk ve âhiret hakkında bir
şey dinleyecek halde olmayacak."  (4)           
Peygamberimiz şöyle buyurur:
"Selâmı yayınız, selâmet bulursunuz. Boş şey/eğlence, kötüdür." (Buhâri,
Edebu'l Müfred Terc. 2/144) Her iş ve sözü imanı ile uygunluk gösteren  müslüman,
âhirette lüzumsuz söz söyleme ve dinlemeden uzaktır: "Orada boş söz değil;
yalnız selâm (huzur veren sözler) işitirler." (19/Meryem, 62) Lüzumsuz söze
kulak asmayan müslümanlar, daima hakkı dinler, hakkı söyler ve yalandan
sakınırlar (25/Furkan, 72; 33/Ahzâb, 70). Dünyada lüzumsuz söz ve boş dâvâlarla
meşgul olanlar, yalan, iftira, dedikodu ile kalplerini karartanlar, âhirette
hesaba çekildikleri zaman, dünyada olduğu gibi lüzumsuz ve yalan lakırdılar
etmeye başlayınca, onların ağızlarına mühür vurulur ve diğer organları,
aleyhlerinde şâhitlik etmeye başlar (36/Yâsin, 65;  41/Fussılet, 20-22).     
Lüzumsuz ve faydasız sözlerden
kaçınmak, daima hak ve doğruyu konuşmak, mü'minin prensibidir. Önemsenmeden
söylenen öyle lüzumsuz söz vardır ki, insanı cehennemin en derin yerine sevk
eder (Müslim, hadis no: 2988). Tirmizî'nin rivâyetine göre, Hz. Peygamber
(s.a.s.): "Bir mecliste lüzumsuz sözler konuşan kimse, kalkarken
‘Sübhâneke'llahümme ve bi hamdike, eşhedü en lâ ilâhe illâ ente, estağfiruke ve
etûbü ileyk' derse, oradaki hataları bağışlanır" buyurmuştur.

27 Mart 2012 Salı

ÖZGÜRLÜK ADINA




       Özgürlük bir çok devletin, te
şkilatın, ideolojinin, düşünürlerin, toplum mühendislerinin vaaz ettiği bir kavram. Dünya üzerinde bu kavram an itibariyle insanların hayatlarının merkezine yerleştirilmiş- yerleştirilmiş diyorum çünkü bunu bizler istemedik- durumda. O yüzdendir ki özgürlük adına savaşlar yapılmaktadır.(!) İşte bu yüzden kendi kalemimden geldiğince bu özgürlük(yalanını) kavramının altında ki gerçekleri sizlerle anlatacağım. Niyetim bu Allah Azze ve Celle yardım etsin...


        Gelin özgürlük kavramının ortaya atıldığı Avrupa toplumunu ele alalım. Bu insanlar klise ve krallığa savaş açtılar ve adına özgürlük savaşı dediler. Burada bu konuyla ilgili bir çalışmayı aynen aktarıyorum.             

        Çağdaş tarihte batılı düşünürlerin bir çoğu-ki onların teorileri, Avrupa kalkınma çağı düşüncel  erinin kısmi olarak devamı niteliğindedir- problematiğin, insanoğlunun kullanacağı özgürlük noktasında odaklandığını düşündüler. Onlara göre insan özgür olduğu oranda üretebilir, yeni fırsatlar açabilir ve buda kesinlikle onun gelişme ve kalkınmasını sağlayacaktır. Tersine bir durum yani, insanın kayıt altına alınması, bir şekilde boyun eğmesi onu kısır döngü içerisine alacak,yeteneklerini törpüleyecek ve üretken olmasını engelleyecek, böylece insan kesin olarak ger, kalacak, çöküşe sürüklenecektir. 

       Bu noktada; yani insan ile hareket ve aksiyon özgürlüğü arasında yer alan unsuru, algılanabilir olmayan ruhani hayat şeklinde tanımlanan gaybi mitolojilere olan baglılığı gördüler. Onlara göre toplumun bilincine dini düşünme; hayatı, devleti ve toplumuna ruhsal refleks egemen oldugunda o toplum algılanablir/rasyonal vakıa ile ilişiği kesilir. Maddenin, evren ve hayatın ardına kilitlenir, kendisinin hareket, üretme ve yeteneklerini ortaya koyup fırsatlar açmasının önende duran mitoloji ve dini mefhumlar/kavramlara esir olur. Böylece bu durum, onu, hayatın vakıası/reel yönünü önemsememe ve dolayısıyla geri kalmaya iter. 

      Söz konusu teorilerine tanık olarak Avrupa tarihini gösterdiler. Şöyle ki: Ortaçağ ruhaniyet ve dinsel dönemlerdi. Mütedeyyin bir Avrupalı kalkınma ve din arasında değişik bir ifade ile madde ve ruh arasında bir çatışma gördüğünde geri kalmaya paralel dini tutuculuğu küfür, sapıklık bir yaşama paralel kalkınmaya tercih ediyordu. 

      Ancak bu bakış açısı insanın ruh ve maddeden müteşekkil olduğu şeklinde ki felsefeye dayanıyordu. Yani insanda bir ruhsal yön bir de maddi yön var. İnsanın oluşumundaki bu iki kutup birbirlerine zıtlık göstermektedirler. Nitekim onlardan biri ancak diğeri hesabına (diğerini ihmal ederek) doyumsanabilir. Şayet insan, arınmak ve melekler sıfatına katılmak istiyorsa, ruhunu bedenine galip getirmesi gerekiyor. Bunu da dünya nimet ve işlerinden soyutlanmanın kendisini ibadet ve bedene eziyete yoğunlaştırması metafizik ile ilgilenmesi ve ruhaniyete sığınma ile başarabilir. Ancak insan dünya nimetlerini ister, onun imar ve güzelliğine kapılır ise bu durumda bedenini ruhuna galip getirmiş ve ruhtan, ruhani hayattan ardından da nefsi arınmadan melekler konumuna yükselmekten uzaklaşmaya karar vermiştir. Böylece gaybi hayatı boş vermiş ve ahiret hayatı hüsrana uğramıştır. 

      Weel Dourat ortaçağda mütedeyyinlerdeki refleksi şu şekilde vasıflandırıyor. “Hıristiyanların çoğu tüm dikkatlerini kirlerden arınmış bir şekilde o korkunç hesap gününü karşılamaya yönelik çaba göstermeye kilitlemişler idi. Bundan ötürü duyusal zevklerden herhangi birisini şeytanın tuzaklarından bir tuzak olarak görüyorlardı. Bu itibarla bedeni dünyalarını sindirmeye yöneliyor, oruç ve bedeni bir çok işkence çeşitleri ile şehvetleri bastırmaya yönelik çaba sarfediyorlardı. Dolayısıyla müzik, beyaz ekmek, yabancı şarap, sıcak hamam ve sakal kesmeyi endişe ile karşılıyorlardı. Bu tür davranışları açık olarak Allah (cc)’ın iradesine karşı çıkma olarak yorumluyorlardı.” *


    Bu yüzden, kendisini diğer yaratıklardan farklılaştıran ve insan, hayat ve evrenin gerçeklerini tanımasını sağlayan akıl; din adamları tarafından din ve inanç karşıtı olduğu şeklinde birçok çeşit aşağılanma ve dışlanmaya maruz kalmıştır. Genel olarak Avrupalılar Dourant’ın ifade ettiği gibi “Din adamlarının endişelerini gideren yanıtlarına inanma ihtiyacı hissediyorlardı. Şayet kilise kimi zaman doğru kimi zaman yanlış yapabileceğini itiraf etmiş olsaydı, ona olan güvenlerini kaybederlerdi. Böylece Ortaçağ vakitlerin ve koşulların çoğunda akıl inanca teslim olmuştu. Bugünün insanı bilim ve devlete nasıl güveniyor ise Ortaçağ insanı da tüm güvenini kilise ve tanrıya bağlamıştı.” *


      İşte Avrupa toplumlarının aklın etkisi altında kaldıklarını fark ettikten sonra tüm çabasını Ortaçağ ruhunun yeniden kazanılmasına yoğunlaştırmış ve protestan mezhebini kuran dini reformculuğun önderi Martin Luther şiddetle akla saldırıyor ve insanları onu ayakları altına almaya çağırıyor. “Sen İncil ve aklı birlikte kabul edemezsin. Biri diğerine yol vermelidir. Allah’ın bize sunduğu Hıristiyanlık inancımızın ayetleri makul olana terstir. Kuşkusuz akıl inancın en büyük düşmanıdır... O, cüzzam ve uyum gibi atılması gereken şeytanın en iğrenç işlerindendir. O ve hikmeti ayaklar altına alınmalı ve tamamen ortadan kaldırılmalıdır.” *


     Çağdaş ve yeni tarihte batılı düşünürler dini bu şekilde algılayınca -yani Ortaçağ Avrupasında yaygın şekli ile- Ortaçağda toplumun geri kalmasında temel etkenin devlet, toplum ve hayat üzerindeki dinin egemenliği olduğu görüşüne sahip oldular. Bunun en önemli tanığı, Avrupalıların Kral’a tanınan Tanrı adına var olma düşüncesinin etkisi ile boyun büktükleri, jakoben uygulamaları ve zulümleri ile tanınan feodal sistemdir. Dourant diyor ki: “Kral Tanrıya bağlıydı, Tanrı adına yönetiyordu. Bir anlamda Tanrı ona yönetme yetkisi vermişti.” *


    Böylece Avrupalı düşünler -sanki bütün tarih onların tarihi imiş gibi- Avrupa tarihini ele alıyor, kendilerince dine karşı tutumlarında deliller aramaya devam ediyor ve onların ifadesi ile 15. yüzyılla başlayan yeni çağa kadar ulaşıyor. Söz konusu yüzyıllarda kalkınma hamleleri ile topluma, tamamen kendi kimliğini yansıtmaya yönelik baskı kuran kilise ve bu baskıya karşı cephe alan devrimci ve reformcular arasında bir ilişki kuruyorlar. Bu noktada ilk reaksiyon; yani Avrupa kralları üzerindeki papanın etkinliğinin kaldırılması talebini seslendiren her ne kadar aklın ve bilginin aşağılanması ile bastırılmaya çalışılsa da bu hareket Avrupa kralları ve emirlikleri üzerindeki kilise egemenliğini ve çemberini kırmaya yetti. Hareket özellikle papa ve kilisenin Avrupa kralları üzerindeki nüfuzunun kaldırılmasını hedefliyordu. Protestan reformcuların ileri gelenlerinden birinin gündeme getirdiği ve kuvvetle savunduğu fikir şu idi: “Kilise şeklinde tanımlanan ruhi otoritenin, kutsal kitaplarda ve Mesih’in talimatlarında olduğu temelsiz bir iddiadır.” *


     Bunun yanında gerek dinin kökten inkarı düşüncesinde gerek ise dinin devlet, toplum ve hayattan ayrılması ve onun kilise ve eve hapsedilmesi talebinde bulunan ve kilisenin egemenliği ve mitolojilerine karşı tutum alan filozoflar ortaya çıktı. Bununla birlikte üretken olması, yeteneklerini ortaya koyabilmesi ve kendini tanımlayacak davranışlarda bulunabilmesi için insanın özgür kılınması gerektiğini, herhangi bir toplumda kalkınmayı gerçekleştiren unsurun da bu olduğunu söylüyorlardı.


    İşte meşhur İtalyan düşünür Macyewelli (ö. 1527); Hıristiyanlığın -en iyi dönemlerinde- karışık faziletleri öğütlediğine inanıyordu. Ona göre bu öğütler; bedenin yok sayılması, aşağılanması, boyun eğdirilmesi ve lokmanın küçük bir parçasının sunulması daha sonra da insanın hedefini, ölüm sonrasındaki mutluluk, rahatlıkla sınırlandırmak idi. Macyewelli’nin fazilet/erdemlilik düşüncesi Hıristiyan temsilcilerinkinin tersi idi. O insanın mutluluğunu ve iyi yaşamı yeryüzü merkezli buluyor, bunun da nefsin aşağılanması değil bilakis onurlandırılması ve büyüklenmesi ile gerçekleşeceğine inanıyordu. Çağdaşları ile karşılaştırıldığında o, din ve dünyanın karıştırılması kabul edilemezdi. 16. yüzyılda İtalya’da kiliseden dönemi açan bir diyanet olarak ayrıldıktan sonra cumhuriyet modelini, eski romanın ruhu üzerinde yeni ve asıl görevi duyguları canlı ve vatani üstünlükleri sunacak “zamane diyanet” kurumları oluşturmayı hedef ediniyordu. * 16. yüzyılda benzer şekillerde Fransız yazarlarının tümü Ortaçağ kültürüne karşı çıkmışlardır.


   Daha sonra 17. yüzyılda Avrupalı filozof ve yazarlarda insan ve evrenin tabiatının akılla aydınlatılabileceği düşüncesi filiz verdi. Aynı zamanda Mukaddes kitaplar yorumlanması ve dinlerin mukayese edilmesine gösterilen ilgi resmi din anlayışının etkisini zayıflattı. Bu bilim dönemi mucize ve ilahi vahyi inkara götürdü. Kişinin inancını başka birine ve topluma dayatmasının makul olmadığı düşüncesi aydınlanmacı -dine karşı cephe alan filozoflar- düşünürlerin düşüncelerindeki özelliklerinden biri idi. Çabaları dinleri ortak bir noktada bütünleştirmeye dönüştü. O da; varlığın kaynağı olması bakımından Tanrıya ve Tanrının dünyayı yarattığı, onun gidişatı ve işini terk ettiğine inanç idi.


      18. yüzyılda aydınlanmacı filozoflar, dinin devlet, toplum ve hayattan ayrılması/laisizim düşüncesini kökleştirmek üzere yoğunlaştılar. İşte Montusco (ö. 1755) ataist olmasa da kilise ve din adamlarına kin kusuyordu. *


      Aynı şekilde tarihi eserlerinde İncil ve Hıristiyanlığa yaklaşımı eleştiren ve insanlık tarihi noktasında genel hatlar çizen Folter (ö. 1778). Onun felsefe tarihi; toplumların Tanrı iradesinden bağımsızlaştıkça göreceli olarak geliştirme ve ilerleme kazandığı esasına dayanıyor. Kendi tanımlaması ile dini ütopyalar ve mitolojilere karşı mücadele vermiştir. Gelişme önünde duran en çetin engel olarak hedef seçtiği başlıca unsur katolik kilisesi ve Hıristiyanlıktı. *


    Ve yine Fransız ihtilalinin bel kemiği ve ihtilalden sonra da Fransız toplumun İncili pozisyonunu kazanan “Toplum Sözleşmesi” kitabının yazarı Janjac Rausse, Tanrıya inanmaya ama vahyi inkara daha sonra da dinin hayattan ayrılmasına çağırıyordu. Ona göre, yasaları koyanlar ve daha sonra idare eden kral ve yöneticiler yasaları, toplumu karşı çıkmaktan alıkoysun ve bağlayıcı nitelik kazansın diye Tanrıya dayandırıyorlardı. O şöyle ifade ediyor: “Yasamayı yapan güç kullanma imkanı bulmayınca kendisine bu imkanı sağlayacak başka bir otoriteye yönelmesi gerekiyordu. İşte bütün zamanlarda toplumun boyun eğmesi için yöneticiler Tanrıya ve göğün fonksiyonlarına sığınmışlardır.” *


    Son olarak 1789 Fransız ihtilali gerçekleşti ve kiliseyi devlet, toplum ve hayattan nihai olarak uzaklaştırdı. Dourant diyor ki: “Daha önceki ihtilaller ya devlet ya kiliseye karşı yapılıyordu. Her ikisine birden karşı tutum almak çok nadir görülmüştür.... Fransız ihtilali ise, Krallara ve kiliseye beraber karşı konum almıştır.” *


       Bu şekilde batılı çağdaş şünür ve tarihçiler söz konusu koşulları canlı delil olarak kabul ediyorlar. Nitekim genel olarak toplumun hayatında dinin ve üzerindeki kilisenin nüfuzunun kırıldığı oranda Avrupa’da büyük kalkınmanın yavaş yavaş sağlandığı inancını taşımaktadırlar. Onların teorilerini doğrulayan Fransız ihtilali nihayet gerçekleşti, kilisenin egemenliği ortadan kaldırıldı ve Tanrı adına yönetim düşüncesi yıkıldı ve ardından toplum genel özgürlüklere kavuşturuldu. Böylece Avrupa kalkınma kulvarında hazırlıklarını tamamlamış oldu ve batılıların bugüne kadar da övündükleri meyveleri vermeye başladı.


       İşte avrupanın özgürlük mücadelesi. Aydın bir bakış açısı ile olaya bakıldığında ortaya şu çıkar. Avrupa toplumu bu savaşın ardından hayat hakkında kendisinde sabit olan fikirleri değiştirdi ve yerine yeni fikirler yerleştirdi. Bu fikirler onun maddi alanda kalkınmasına ön ayak oldu. Bu çok muhtemeldi çünkü eski fikirleri bunun için elverişli değildi. Burada bahsetmeden geçmek istemediğim bir konu var. Onların kalkınmalarında ki temel sebep din yada krallık değil, din ve krallığın hayat hakkında ki fikirleridir. Avrupa aslında bu fikirleri değiştirerek maddi kalkınmaya doğru bir adım attı. Fakat gerçekte kalkınmasının asıl nedeni hırsızlıktır. Avrupa sömürgecilikle kalkınmıştır. Yoksa sanıldığı gibi rejim değişiklikleri ile değil.
        Avrupalı flozoflar insan hakkında da yanılgıya düştüler. Onlar insanı madde ve ruh olarak tanımladılar. Bu hatalı bir tanımdır. İnsan madde ve ruhtan oluşmamaktadır. İnsan üzerinde derin bir bakış ile inceleme yapan biri görür ki  ''İnsan; iç güdüleri ve uzvi ihtiyaçları olan akletme yetisine sahip sosyal bir varlıktır.'' şeklinde tarif etmek en doğrusu olacaktır. Bu noktada insan hakkında en doğru ve bir o kadar da değerli bir çalışmayı hiç bir değişiklik yapmadan buraya aktarıyorum. 


 İÇGÜDÜLER
        Batılı düşünürler, “bilimsel metot”u insana uygulamakla ve bu uygulamanın sonucu olarak kişinin gözlemlemiş oldukları davranışlarını birtakım faktörlere dayandırmakla doğru araştırma yolundan saparak hatalı sonuçlar elde etmişlerdir. Oysa “aklî”metodu kullanmış olsalardı, insanın davranışlarıyla paralel olarak kendi hislerini beyne taşıyacak, insan ve onun davranışlarını ön bilgilerle yorumlayacak, “zanni” de olsa ortaya koymuş oldukları sonuçlar dışında daha farklı sonuçlara ulaşmaları mümkün olacaktı. Örneğin; Batılılara göre çok sayıda içgüdü vardır. Her ne kadar başlangıçta içgüdüleri saymaya kalkıştılarsa da sonradan çok sayıda içgüdü olduğu sonucuna vardılar ve mülkiyet içgüdüsü, korku içgüdüsü, cinsel içgüdü, kitle içgüdüsü gibi pek çok içgüdüden bahsettiler. Böyle bir genellemeye gitmeleri,“içgüdü”, yani “temel güç” ile “içgüdünün sergilediği dış görüntü”yü birbirine karıştırmalarından kaynaklanmaktadır. Oysa“temel güç” veya “içgüdü”, insanın yapısal bir parçası olup insanı bu parçadan soyutlamak, onu etkisiz hale getirmek veya bastırmak mümkün değildir. “Temel güç”ün yani “içgüdü”nün sergilediği görüntü ise insanın yapısal bir parçası olmadığından soyutlanması, etkisiz hale getirilmesi veya bastırılması mümkündür. Örneğin; bencillik ile fedakârlık, “Beka içgüdüsü”nün iki farklı görüntüsü olmakla beraber bencilliğin fedakârlıkla tedavisi, hatta yok edilmesi, veya bastırılması mümkündür. Aynı şekilde kadına karşı cinsel eğilim de, anneye şefkat eğilimi de“Nevi içgüdü”nün iki ayrı görüntüsüdür. Yok edilmesi, tedavisi veya bastırılması mümkün değildir. Ancak söz konusu içgüdünün sergilediği dış görüntüyü tedavi etmek, bastırmak, hatta bertaraf etmek mümkündür. Yine kadına karşı duyulan cinsel eğilim, anneye, kız kardeşe, kıza vs. duyulan eğilim de “nevi içgüdüsü”nün birer görüntüleridir. Zira kadına karşı duyulan cinsel eğilimi anne şefkatiyle ödünlemek mümkündür. Nasıl ki bencillik fedakârlıkla ödünlenebiliyorsa, aynı şekilde kadına karşı duyulan cinsel eğilimi anneye duyulan şefkat eğilimiyle ödünlenebilir. Hatta annelerine duydukları aşırı sevgiyi eşine olan meyline tercih eden, dahası evlenemeyen, cinsel arzudan uzaklaşan bir çok insan vardır. Bunun aksine aşırı cinsel eğiliminden dolayı anne şefkatinden uzaklaşan bir çok kişi de mevcuttur. Kısaca “nevi içgüdüsü”nün herhangi bir görüntüsü başka bir görüntünün kılığına girebilir. Herhangi bir görüntüyü başka bir görüntüyle ödünlemek, bastırmak veya yok etmek mümkündür. Ancak“içgüdü” için durum farklıdır. Çünkü “içgüdü”, insanın yapısal özelliğinin bir parçasıdır.
Bu bağlamda psikologlar, içgüdüleri tanımlamada, anlamlandırmada, sayılarını belirlemede ve sonunda içgüdülerin sayısız olduğuna karar verme hususunda yanılmışlardır. Gerçekte ise, sadece üç tür içgüdü vardır:

1- Beka içgüdüsü

2- Nevi içgüdüsü

3- Tedeyyün/İnanma ve kutsama içgüdüsü

“Beka içgüdüsü”nün gereği olarak insan, yaşamına devamlılık sağlamak için mülk edinir, korkar, kaçar, topluluk halinde yaşar. Ancak korku, mülkiyet, cesaret veya kitlesel yaşam birer içgüdü değildirler. Bunlar, yalnızca “Beka içgüdüsü” nün birer görüntüleridir.

Aynı şekilde kadına karşı duyulan şehvet veya şefkat eğilimleri, boğulanın imdadına koşma veya çaresiz kişiye kucak açma eğilimleri -ki bu örnekler çoğaltılabilir- birer içgüdü olmayıp “nevi içgüdü”nün yalnızca birer görüntüleridir. Bu eğilimler, cins içgüdüsü de olamazlar, çünkü “cins” kavramı hayvanı da insanı da kapsar. Öte yandan doğal eğilim, insanın insana, hayvanın hayvana duyduğu eğilimdir. Bu açıdan insanın hayvana veya erkeğin erkeğe karşı cinsel eğilim duyması doğal değil, kuraldışı ve anormal bir durumdur. O halde kadına karşı duyulan cinsel eğilim, anneye veya kız çocuğa duyulan şefkat eğilimi, “Nevi içgüdü”nün birer görüntüleri olmalarına karşın; insanın hayvana veya erkeğin erkeğe eğilimi, doğal olmayan anormal bir eğilim olup içgüdü sapmasının göstergesidir. O halde içgüdü, “cins”e değil, “tür”e has bir özelliktir. söz konusu olan, hayvan cinsinin değil insan türünün “Beka içgüdüsü”dür.

Yine Allah'a kulluk, kahraman kişileri yüceltme ve güçlülere karşı saygı gösterme eğilimleri de yalnızca “Tedeyyün/İnanma ve kutsama içgüdüsü”nün birer görüntüleridir. Çünkü insan, doğal bir biçimde “hayatta kalma” ve “ölümsüzlük” duygusuna sahiptir. İnsan, bu duyguya yönelen tehdidin türüne göre korkar veya kendisini tehdit eden unsurun üzerine gider, cimri veya cömert olur, bireysel veya toplum içinde hareket eder. Gördüğü nesnenin niteliğine göre onda bir duygu oluşur ki bu duygu kendisini bir eylemde bulunmaya iten “Beka” arzusundan doğan bir duygudur. Aynı şekilde insan, insan türünün “hayatta kalma” şuuruna, da sahiptir. Çünkü insan türünün yok olması, onun varlığını tehdit eder. Kendi türünün varlığına yönelen her tehdide karşı doğal bir tepki gösterir ve tepkisi tehdidin türüne göre değişir. Örneğin, güzel bir kadın insanda şehveti, anneyi görmek anne sevgisini, çocuğu görmek ise çocuk sevgisini uyandırır. Harekete geçen bu duygular, söz konusu duygularla uyumlu ya da onlarla çelişkili birtakım refleksler, eylemler doğururlar. Fakat insan, kendisinin veya insan türünün “ölümsüzlük” şuurunu tatmin etmekten aciz kalması durumunda ise kendisinde boyun eğme veya teslim olma gibi tam tersi eylemler ortaya çıkar ki böyle bir durumda kişi teslimiyete müstahak olduğunu düşünür. Doğal bir biçimde böyle bir acziyeti hissetmesi sonucu, Allah'a yalvarır, dua eder, lideri alkışlar veya güçlüye saygı gösterisinde bulunur. Buradaki içgüdülerin temelinde insanın, kendisinin veya türünün varlığını veya kendisinde doğal olarak beliren acziyet duygusu yatmaktadır. Bu duygulardan ise birtakım işler ortaya çıkar. Bunlar duyguların birer görüntüsü olup her bir görüntü, kaynağını yukarıda söz ettiğimiz üç temel içgüdüden almaktadır. Bu da demektir ki içgüdüler sadece üç tanedir.

İnsanda “dinamik bir enerji, canlı bir potansiyel” vardır. Bu“dinamik enerji”, bünyesinde insanı tatmin olmaya sürükleyen ve doğal olarak var olan hisler taşımaktadır. Bu dürtüler, duygular veya hislerden maydana gelmektedir. Ve bunlar tatmin olmayı gerektirmektedir. Bu hislerin veya duyguların bir kısmı mutlaka tatmin olmak zorundadır. Aksi takdirde “dinamik enerji”nin varlığı tehdit edileceğinden insan ölür. Bir kısmı ise, tatmin olmak zorunda olmakla birlikte mutlaka tatmin olması gerekmeyen hisler veya duygulardır. Bunlar doyurulmadığı takdirde insan ölmez, fakat huzursuz olur. Çünkü bu durumda “dinamik enerji”nin varlığı değil, bu enerjinin duyduğu ihtiyaçlar tehdit altındadır. Bu açından insandaki “dinamik enerji”yi iki gruba ayırmak gerekir:

a) Mutlaka tatmin edilmesi gereken ve “organik ihtiyaçlar” diye adlandırılan açlık, susuzluk, dışkıların dışarı atılması gibi ihtiyaçlar.

Tatmin edilmesi gereken fakat mutlaka tatmin edilmesi zorunlu olmayan ve “içgüdüler” -ki bunlar “Beka içgüdüsü”, “Nevi içgüdü”, “Tedeyyün/İnanma ve kutsama içgüdüsü” olmak üzere üç tanedir- olarak isimlendirdiğimiz ihtiyaçlar.

(Aydın düşünce ilgili kısım)


        İnsanı ele aldığımızda böyle bir sonuç karşımıza çıkmaktadır. Yani insan davranışlarını yönlendiren, mutlak surette bir şeye ihtiyaç duyar. Buna fikir diye bilirsiniz,duygu diyebilirsiniz daha da çoğalta bilirsiniz. Tüm bunların sonucunda görürsünüz ki insan mutlaka yönlendirilen -buraya dikkat edin- bir varlıktır. O yüzden diyorum ki insan özgür değildir, olamazda. Günümüz dünyasında kendini süper güç gelişmiş devlet olarak tanımlayanlar özgürlük vaad ediyor ve onlara göre özgür olmayan hakları özgürlüklerine kavuşturacaklarını ileri sürüyorlar. Bunun için özgür olmadıklarına-ama  yer üstü ve yer altı kaynakları olan-  inandıkları  beldelere savaş açıyorlar, dikkat edin Özgürlük adına(!)


        Biraz da insanın  fikirleri nasıl edindiğinden bahsedelim.Hayatınıza bakın, yaşantınızı inceleyin görürsünüz ki yaptığınız her davranışın altında yatan bir sebep, bir yönlendirici unsur vardır. İnsan hayatına bu yönlendirici unsurlar eşliğinde devam eder. Konuşurken, yerken, içerken, ilişkiler kurarken ve aklınıza gelecek her şey için bu böyledir. İnsan bunun dışına çıkamaz. İnsana bakan şunu görür ki o hayatına devam etmek için çevresiyle etkileşim halindedir. Bir yerde etkileşim var ise orada alış veriş vardır. İnsan etkilenen bir varlıktır. Yönlendirilmeye ihtiyaç duyar. Bir insan başına bir şey geldiğinde en güvendiği varlığa koşar yardım ister. Yani anlayacağınız insan özgür değildi, hiç bir zamanda olamayacak. Çünkü insan varlık yapısı(fıtratı) itibari ile özgür değil, tam aksine köledir. Bunu en iyi özgürlüğün tarifine bakarak anlaya biliriz.  En genel haliyle, özgürlük, bağlı ve bağımlı olmama, dış etkilerden bağımsız olma, engellenmemiş ve zorlanmamış olma halini dile getirmektir.(vikipedi) Yani davranışlarınızı, dışa vurumlarınızı her hangi bir olgu, en genel itibari ile fikre bağlı kalmadan gerçekleştirme hali. Görüldüğü gibi bu insan tabiyatı ile çelişen bir durumdur.


       İşte insanlığın içinde bulunduğu vaka bundan ibarettir. İnsan köle olmak zorundadır. Çünkü onu yaratan sadece bunu için yaratmıştır.'' ben insanları ve cinleri sadece bana ibadet(kulluk,kölelik,...) etsinler diye yarattım.''(zariyat 56) Evet insan kulluk için yaratılmıştır ve öyledir de. Kim ben özgürüm derse, ya kendini tanımıyordur yada özgürlüğün anlamını bilmiyordur. İnsanın belki de tam bir özgürlük olmasa da özgür olduğu bir yer var ki o da kime köle olacağı noktada ki seçimidir. İnsan burada kısmen özgürdür. Diğer tüm şartlarda ise tamamen köledir.İki durum vardır, ya Allah'a kölesin yada Allah'tan başkasına. Allah'a köle olamak demek onun yap dediğini yapıp yapma dediğini yapmamaktır en kısa tabiri ile. Eğer siz Allah'a köle değilseniz ne yazık ki ya kendinize yada şeytana köle olmuşsunuz demektir.'' Ey adem oğulları ben size şeytana kulluk etmeyin çünkü o sizin için apaçık bir düşmandır. Bana kulluk edin. İşte bu dosdoğru yoldur diye emretmedim mi?'' (yasin 61)''Nefsini ilah edineni gördün mü? Şimdi sen mi ona vekil olacaksın?''(furkan 43) ve nice ayetler. Ademoğlunun serüveni işte bundan ibaret. İnsan hayatında kime kul olmuşsa, öldüğünde ona kul olduğu şeye göre davranılacaktır. Ne mutlu Allah'a kul olanlara...


     Sonuç olarak diyorum ki insan özgür değildir. İnsan her yaptığı davranışı sahip olduğu fikir ve duygular nedeni ile yapar. Bu fikirler ve duygular ya Rahmani yada tağutidir. Rahman'a köle olun gerçek mutluluk islamda(teslim olmakta)dır....